The Handmaid's Tale - Margaret Atwood

Damızlık Kızın Öyküsü edebi açıdan büyük öneme sahip bir roman hiç şüphesiz. Ama kitabın feminist şöhretini duyarak okumaya karar verengiller arasına beni de katabilirsiniz. Özellikle şu sıralar yeniden revaçta. Bu bir tesadüf değil. Brexit ve Trump şokları derken sağın global çaplı yükselişiyle doğan endişeler distopik dünyalara ciddi gözle bakılmasını sağladı belki de. Margaret Atwood'un yarattığı dünyanın bizi bu kadar etkilemesinin sebebi de gerçeğe en yakın distopyalardan olması aslında. O kadar gerçek ki dünya üzerinde, yanı başımızda, hatta içimizde bunun gibi ya da bundan daha beter örnekleri gösterebiliriz.

Bu kadar politik bir roman hakkında yorum yapmak beni aşar diye burada bahsetme konusunda çekincelerim vardı. Ama dizi uyarlamasının fragmanını gördüğümden beri heyecan içindeyim ve birkaç gün içinde ilk bölümünün yayınlanmasının şerefine iki çift laf edelim bakalım. Dizi bitince ayrıca gelip dırdır etmeyi planlıyorum, haydi hayırlısı...

Son olarak belirteyim, hikayeden ayrıntılı bir şekilde bahsetmeyeceğim, spoiler vermeyeceğim. Bu kitabın değinilmesi gereken çok fazla noktası var ve beni biliyorsunuz, kendini az ve öz şekilde ifade etme sanatını pek beceremem. Ki becerebilseydim de politik açıdan ne kadar doğru olurdu bilemem.

Disclaimer'ımızı da yaptık, tamam tamam hadi giriyorum konuya.

Hikaye

Koskoca "özgürlükler ülkesi" Amerika gitmiş, baskı ve korku ile yönetilen Gilead gelmiş. Kendi içinde sosyal sınıflar oluşturmuş, yasakçı muhafazakar zihniyet hakim olmuş. İnsan eliyle doğanın dengesi bozulmuş ve kısırlık sorunu vuku bulmuş. Hiyerarşinin en tepesindeki pek kıymetli Komutanların soyunu devam ettirmesi lazım. Sefalet içinde yaşayan bir sürü insan var ama biz kadınların hayatlarına odaklanıyoruz. Damızlık kızların hayatlarına. Fazlasıyla spoiler veren Türkçe çevirisi sağolsun ayrıntıya girmeme gerek kalmadı sanırım.

Hikayeye Offred'in gözüyle bakıyoruz, hatta onun sıradan bir günü vasıtasıyla giriyoruz hikayeye. Tam ortasından. Offred yaşadığı dünyayla ilgili küçük ipuçları verirken taşları kendimiz yerine oturtmak zorundayız. Bana kalırsa Cesur Yeni Dünya gibi her şeyin en baştan enine boyuna açıklanmasına göre daha etkili bir giriş. Ana karakter günümüz dünyasından Gilead'ın oluşmasına giden sürece yakınen tanık oluyor. Yani hikaye uzak gelecekte geçmiyor, 'şimdi' ile bağlantılı. Bu yüzden çok fazla flashback var ve bunların belli bir zamansal sırası yok. İlk başta kafamı karıştırdı bu durum. Ama hikayenin içine girdikçe, yazar daha fazla ipucu verdikçe su gibi akmaya başlıyor.

Atwood'un dilinin ne kadar sade olduğunu görünce çok şaşırmıştım. Hatta birkaç bölüm sonra Türkçe çevirisini bırakıp orjinalinden okumaya başladım. Kurduğu cümlelerin basitliği hikayenin ağırlığını hafifletmiyor ama. Belki bu da kitabın üstümüzde bıraktığı o tuhaf çarpıcı etkiyi güçlendiren unsurlardan biridir.

'O tuhaf etki'den biraz daha bahsetmek istiyorum aslında. Evet, politik bir kitap. Distopya türü içine giriyor sanırım. Ama psikolojiyi alt üst eden, rahatsız edici, boğucu bir gerilim/korku romanı okuyormuş gibi hissettim her seferinde. Tıpkı yazarın sade dili hikayenin ağırlığını nasıl ortaya çıkarıyorsa ana karakterin kayıtsız anlatımı çok daha yoğun duygular hissetmemizi sağlıyor. En çok hangisini hissettim bilmiyorum; çoğunlukla öfke, eh makul derecede korku ve umutsuzluk, biraz da hırs ve intikam. Aynı şekilde okuyucuyu her anında germesine rağmen çok durgun bir kitap. Bu benim için epey beklenmedik oldu. Sürekli devrim, savaş, mücadele beklentisi içindesiniz ama hayır, aksiyon neredeyse sıfır. Hatta hikayenin büyük kısmı tek bir odada geçiyor. Tüm bunlara rağmen nasıl üstümden kamyon geçmiş gibi hissettiğimi, sinirlerimin nasıl çöktüğünü düşünürsek Atwood biz okuyucularıyla çok iyi oynuyor. Son darbeyi de 30 yıl önce yayınlandığını öğrendiğimde yedim. Yıllardır aynı kabustan korksak da pek yol alamamışız belli ki.

Karakterler

Offred: Ana karakterimiz hakkında söylenecek bir sürü şey var. Ama önce adından başlamak lazım. Bendeki çeviride aynı şekilde bırakmışlar ama kimi çevirilerde Fredinki olarak geçiyormuş sanırım. Cuk oturmuş ha. Bu ismin ne ifade ettiğini anında çakamadım doğrusu. Jeton düştüğünde gelen aydınlanma hissi birkaç saniye içinde kan çekilmesine dönüştü. Evet, şu meşhur "böyle bir şey olabilir mi?" tepkisini veriyorsunuz ama Atwood olmayan bir şeyi sunmamış aslında. Daha çok gözümüzün önüne getirip sallamış. Günümüz dünyasında, cinsiyet eşitliğinin daha nadir görüldüğü Batı'da bile mesleğinde tanınmış bir kadının, hatta bir Hollywood yıldızının dahi ismiyle değil "Y'nin karısı" olarak anıldığına kaç kere şahit olduk. En basit örnek yani. Kadınların birilerinin malı olarak var olduğu zihniyet Gilead'a özgü değil.

Offred bu yeni sisteme uyum sağlamış, kendinden bekleneni yapan, kısaca hayatını devam ettirmeye odaklanmış bir karakter. 'Survivor' demek en doğrusu olur sanırım, her ne kadar bu kelimenin içi -alınmaca gücenmece yok- boktan yarışma yüzünden boşaltılmış olsa da... Bu yönüyle beni büyük hayal kırıklığına uğrattığını hatırlıyorum. Ben tabii ki intikam yemini etmiş, hırslı bir savaşçı bekliyordum. Offred ise pasif bir karakter. Ama bir yandan da sempati duymadan, hak vermeden edemiyorsunuz. Çünkü onun da daha en baştan bizzat söylediği gibi, gidecek başka yer yok. Kaçma ya da kaderini değiştirme şansın varsa dahi sonucun sefalet olmadığı bir çözüm yok. Bu kısmı romanı boğucu ve karamsar yapan kısımlardan biri sanırım. Atwood karakterlerini öylesine kapana kıstırmış ki yarattığı hissiyat klostrobi derecesine varıyor. Bu yüzden Offred bebek doğurma makinesi görevini kabul ederek kendini aşağılayan bir konuma düşürmeyi kabul ediyor. Çünkü Gilead'da doğurgan bir kadın için daha iyi bir seçenek yok.

Evet, Offred otoriteye başkaldıran bir asi, dünyayı değiştirme yoluna baş koymuş şanlı bir kahraman değil. Yazar tarafından yapılmış gayet bilinçli bir seçim olduğu ortada. Ayrıca anlatıcı pozisyonu üstlendiğini unutmadım. Onun bu sessiz ama derinden gözlemleri öfkeden gözü dönmüş birine kıyasla çok daha etkili. Olan bitene şaşırmaktan çok içimiz ürperiyor. Kitabın durgun ama diken üstünde atmosferini oluşturan unsurlardan biri de Offred'in bu pasif duruşu sanırım. Kayıtsız gibi görünse de tam anlamıyla vazgeçmiş değil. İçinde bir ateş yandığını biliyoruz. Yine de, özellikle hikayenin sonlarına doğru koyvermesi biraz saç baş yoldurmuştu. Sanırım kitabın en sevmediğim bölümleri burasıydı.

Komutan Waterford: Tipik bir beyaz erkek. Amca, daha doğrusu. Onu uzun süre hiç tanımadığımız için kendi işine bakan, derinlemesine tanıma zahmetine girmeyeceğimiz birisi sanmıştım. Sonra bu mesafeli ve tek boyutlu halinden çıktı. Keşke çıkmasaydı. Onu tanımak hikayenin bir yandan en ilginç bir yandan da en sinir bozucu kısımlarından biriydi sanırım. Hikayenin baş kötülerinden biri ama diğerlerinin aksine bir villain havası verilmemiş. Lydia Teyze bu pozisyon için çok daha uygun sanki, sistemin çarkında Fred kadar büyük bir rolü olmasa da.

Lydia Teyze: Damızlık kızları düzene adapte eden ve boyun eğmesini sağlayan beyin yıkayıcılardan biri. Hemcinslerine ve kendilerine hükmeden ataerkil sistemi devam ettirmede kadınların parmağı olmuyor değil maalesef. Lydia Teyze'nin söylemleri bizi neredeyse erkekler kadar kısıtlayıp baskılayan, hatta suçlayıp ayıplayan kimi kadın akrabalarımıza, komşularımıza, arkadaşlarımıza o kadar çok benziyor ki...

Serena Joy: Komutan'ın kısır eşi. Bana kalırsa kitabın en sevimsiz karakteri. Gilead'ın güç sahibi kadınlarından biri olmasına rağmen zedelenmiş gururunun zaafını taşıyor. Bunun öfkesini Offred'(ler)den çıkarıyor. Bir yandan da empati duymadan edemedim.

Moira: Hikayenin 'asi kahraman' materyali bu kadında birleşmiş. Bu yazıyı okuyanların kitabı okuduğuna eminim ama ne olur ne olmaz, spoiler olmasın diye akıbetini açık etmeyeceğim. Daha çok yazarın ana karakter olarak neden bu kadını seçmediğine kafa yoralım bakalım. Çünkü Atwood hanım akrep burcu, Moira hiç onun stili olmazdı. Şaka şaka, yarattığı dünyayı Offred aracılığıyla çok daha derinlemesine ifade edebildiği için diye tahmin ediyorum.

Dizi Adaptasyonu

Damızlık Kızın Öyküsü'nün film, dizi gibi birşeylere uyarlanacağı haberlerini hayal meyal hatırlar gibiyim. Ama ne zaman ki diziyi çekip fragmanını yayınladılar işte o zaman heyecandan taklalar attım. Fragman sadece yarım dakika olmasına rağmen insanın içine işleyen, tokat gibi çarpan bir özelliği var. Aslında Atwood'un yarattığı etkiye çok benziyor, sadece daha sinematik versiyonu. O yarım dakikayı nefesimi tutarak izledim. Belki de kalbim yerinden çıkacak gibi mi demeliyim? Tüylerimi diken diken ettiği kesin.

Sadece fragmandan anlaşılıyor ki, kitaptaki atmosferi çok iyi yakalamışlar. Karanlık ya da depresif demek istemiyorum, bana göre ne kitap ne de dizi tam anlamıyla bu tonda. Vurucu ve çarpıcı diyerek kolaya kaçayım. Abartısız ama dramatik. Hiç ifade göstermeden tüm o kompleks duyguları kat be kat daha yoğun yansıtmayı başarmışlar. Bunun için çok fazla geniş açılı yakın plan çekimleri kullandıklarını anlatıyorlar. Hatta o kadar yakın ki başroldeki Elisabeth Moss kıpırdayamıyormuş bile.

Şimdilik gördüğüm kadarıyla bir takım değişimler var. Offred'in karakteri kitaptaki kadar pasif değil (tempoyu yüksek tutmak için isabetli bir karar bence). Kitapta bilinçli yerleştirilmiş bir beyaz hakimiyeti varken dizide siyahlara da rol verilmiş. Ve muhtemelen amca ve teyze olması gereken Serena Joy ile Komutan gayet genç ve Allah gibiler maşallah. Bu hikayenin gidişatını değiştirmez belki ama bizim hikayeye olan bakışımızı değiştirebilir. Bakalım nasıl kotaracaklar.

Neyse, sinematik detaylar, oyuncu seçimleri vs diziyi tamamladıktan sonra gelsin bakalım. Şimdilik bitirelim ama beni rahatsız eden bir konu hakkında içimi döktükten sonra.

Bu tarz kurgular söz konusu olduğunda ekibe yöneltilen popüler bir soru peydahlandı son zamanlarda: feminist bir yapım mı?

Handmaid's Tale ekibi bence burada çuvallıyor. Hepsi ya bir şekilde bu soruyu geçiştiriyor ya da inkar ederek cevaplandırıyorlar. Neymiş efendim hikaye feminist değilmiş, insanı anlatıyormuş çünkü kadınlar da insanmış. Ya sabır. Ee bu hikaye feministler arasında neredeyse efsane, onu ne yapacağız? Kadın hareketiyle birazcık ilgilenen birisi okumadıysa bile mutlaka duymuştur. En az distopik özelliği kadar ön plana çıkan bir unsur. Buna feminist diyemeyeceksek ya neye diyeceğiz acaba? Ayrıca bu yapımı para verip izleyecek olanlar yine feministler, ekip istediği kadar nafeminist(?) kitleye yanlasın.

Margaret Atwood "Bu SADECE feminist bir hikaye değil, AYNI ZAMANDA insanların da hikayesi" diyerek bunların arkasını toparlamaya çalışmış biraz. Atwood diyor ki, bu hikaye insanların kafasındaki feminizm algısını yansıtsaydı kadınların hepsi güçsüz ve mağdur, erkeklerin hepsi güçlü ve otoriter konumda olması gerekirdi. Ama Gilead hiyerarşisinde bazı kadınlar bazı erkeklerden daha imtiyazlı ve güç sahibi. Elbette kendisi bu konuda çok haklı ama zaten feminizm sınıf, etnisite vs gibi unsurlardan kopuk değil ki. Atwood'un romanı kesinlikle birçok toplumsal konuya eleştiri sunuyor. Ama rejimin kadınların üremesi üzerindeki hakimiyetine odaklanan bir hikayede feminizmden bahsedemeyişimiz komik doğrusu. Yapımcıların ve dizi ekibinin aldığı saçma bir karar herhalde diye varsayıyorum. Ama böyle şeyler hevesimizi biraz kırıyor doğrusu.

Her şeye rağmen, diziyi dört gözle bekliyorum. Sezon bitene kadar sabredip hepsini birlikte izlemeyi planlıyorum. Yoksa her hafta 1 bölüm izleyip bekleme döngüsüne girmek seyir keyfimi olumsuz etkileyen bir şey. Bakalım iradem bu savaştan alnının akıyla çıkacak mı...


Yorumlar